Güncellendi
preloader
saved
İşlem Başarılı !

Bizi tercih Ettiğiniz için Teşekkürler



İlahiyat Fakültelerindeki Cinsiyet Oranlarının Geleceğe Etkileri

İlahiyat Fakültelerindeki Cinsiyet Oranlarının Geleceğe Etkileri

post

Geçen yıl başladığımız ve takım liderliğini Münevver Karataş'ın üstlendiği "Aile Politikaları Atölyesi " nde yüksek lisans ve doktora ögrencileri ile tamamladığımız "KADIN VE ERKEKLERIN OKUMA YAZMA VE ENTELLEKTÜELLİK ORANINDAKİ DEĞİŞİMİN TOPLUMSAL DEĞİŞİME YANSIMASI" araştırmamızın bir kısmı "Enderun Eğitim Yazıları" dergisinde yayınlandı.

Birbirinden kıymetli akademisyenler, aile danışmanları, sosyologlar ile yaptığımız mülakatlar sonrasında araştırdığımız konuyu aydınlatmaya çalıştık.

 

Konuk: Prof. Dr. Halil AYDINALP Marmara Üniversitesi Felsefe ve Din Bilimleri Enst. Din Sosyolojisi Öğretim Üyesi

Söyleşi: Rumeysa Gündüz  Marmara Üniversitesi -İlahiyat Fakültesi- Din Sosyolojisi YL

 

Soru: İlahiyat fakültelerindeki cinsiyet oranlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadın nüfusunda ciddi bir artış olduğu gözlemine katılıyor musunuz? 

Cevap: Son on senenin hikâyesi bu. Son zamanlarda daha dengeli bir noktaya geldi sanki. Eğer kadın oranı erkeklerin iki katından daha fazlaysa elbette bu durum sosyolojik analize muhtaç bir problemdir. Nüfus kendi sosyal realitelerini de beraberinde getiren takip edilmesi ve yönetilmesi gereken bir sosyolojik değişkendir. Toplumda göç çevresinde oluşan yeni toplumsallıklar bunun en net tezahüdrüdür. İlahiyatlardaki kadınlar lehine nüfus farklılığı bilinçli bir politikanın sonucu değil, tabii işleyen bir süreç gibi. Özellikle 1980’lerden sonra daha muhafazakâr aileler kız çocuklarının okutulmasına önem vermeye başladılar ki biz bunu istatistiksel olarak da görebiliyoruz 1960’larda yapılan köy ve kasaba araştırmalarında.

Kız çocuklarınızı okutur musunuz sorusu bu dönemde yapılan monografilerde önemli bir sorudur ve insanların önemli bir kısmı, özellikle tarıma dayalı toplumda yaşayanlar ilkokul dışında okutmayacaklarını söylüyorlar. Her ne kadar Tanzimat sonrası açılan Rüşdiye ve Kız İnas Mektepleri kızların eğitim sistemine entegre olmalarına fırsat verse de, özellikle bu durumun Cumhuriyet’le birlikte yeni bir ivme kazandığı açıktır. Kadınlar açısından okullaşma yine de 1980’lere kadar kentli ve eğitimli orta üst sınıf “zadegan” aileler için geçerli bir eğilimdir. Hem iş bölümüne dayalı aile içi toplumsal gerçekler, hem kültürel bünyedeki kadın telakkisi, hem de ideolojik yarılmaların oluşturduğu savrulmalar özellikle köy kasaba ve yeni kentli muhafazakar bireylerde kızların okutulmasına karşı bir bariyer oluşturmuştur. Bilhassa yeni kentli muhafazakar bireylerde kızların okutulmasına karşı olan bu katı tavır kabaca 1980 sonrasında yumuşamaya başlıyor.

Alternatifler içinde en fazla ilgi gören okullar da din eğitimi veren kurumlar oluyor, bu anlamda İHL’nin keşfi İlahiyat’ın da kızlar tarafından keşfi anlamına geliyor. Seküler karakterli bir eğitime göre daha korunaklı ve güvenli bir alan olarak görülen bu kurumlar; aynı zamanda iş ve meslek olarak da sosyal sisteme entegrasyon imkanı sunmaktadır. Hem eğitim alacaklar hem de memur olabilecekler; geleneksel kültürel bagajlarıyla kente adapte olmak isteyen fertlerin gözünden kaçmayan bir avantaj bu. Bir “tampon” mekanizma olarak din eğitimi veren kurumlar bütünüyle kentli olamamış geleneksel tabakalara sosyal mobilite imkanı sunmuştur. Muhafazakar karakterli bir nüfusun yoğunluğu bu okullara olan ilginin de yoğun olmasını beraberinde getirmiş olabilir. 80’li yıllarda yaşanmaya başlayan bu süreç bu gün için çok daha ileri boyut kazanmıştır. Hatta arrtık muhafazakar kadın din eğitimi veren kurumlara mahkum değil, sınıfsal durumuna göre istediği alanda istediği yere kadar yürüyebiliyor.

Geçmişte ideolojik ve kültürel kaygılarla eğitim tercihleri şekillenen muhafazakar kadınlar bu gün piyasa şartlarının yön verdiği tercihlerle karşı karşıyadırlar. İdeoji silikleşirken pisyasa mantığı güçleniyor. Bu bir değişim. Saha araştırmaları da bunu imliyor. Kız çocuğnunuzu okutur musunuz sorusu ölçeklere veda edeli çok oldu. Bugün okutulmaması gerektiğini düşünenler %1 dilim içindeki marjinallerdir. Bunların da ayrı bir sosyolojisi var, fakat bu farklı bir konu. Muhafazakar kadınların da okullaşması artık mecburi bir istikamet.

 

Soru: Bunun sebepleri neler olabilir?

Cevap: Bu bence temelde kentleşme ile paralel ilerleyen bir süreçtir. Kırsalda amiyane tabirle “kelle sayısı” önemlidir. Toprağa dayalı mekanik bir çalışma sistemi var ve herkes sorumluluğunu yerine getiriyor, hayatından memnun, ihtiyaç ve beklentileri o küçük dünyaya ait. İktisadi faaliyetler tekdüze olduğu için bir geçim, nafaka sorunu çok yok. Evlilik açısından mesela aile kurma ile ekonomik aktivite yan yana ilerler ve çok büyük bir iktisadi güç gerektirmez. Ama bu çözüldü Türkiye’de.

Peki kente gelen geleneksel insan ne yaşadı? Birincisi; hayat paranın çevresinde dönüyor. Kadınlar, tabii olarak, kendi fiziksel özelliklerine uygun mesleklerde çalışabileceklerini gördüler. Özellikle sadece işçi statüsünde değil, öğretmenlik, hemşirelik, insan kaynakları gibi alanlarda çalışabileceklerini gördüler. Dolayısıyla bu fiili olarak onların kanıksamaya başladığı bir şey haline geldi. İkinci olarak; iktisadi olarak kentte tutunmak mutlaka kadın gücünün de istihdama eklemlenmesini gerektirdi. Özellikle İstanbul gibi kentlerde herkes iyi hayat yaşayabilmek istiyor. Ya da çocuğunuza gelecekte daha iyi imkanlar sunabilmek için çalışmaya zorlanıyorsunuz. Eğer aileden çok güçlü ya da nitelikli para kazandıran bir meslek sahibi değilseniz. Dolayısıyla ekonomik olarak insanlar dediler ki ayıp değil. Biz de daha rahat bir hayat yaşayabilmek için niye yapmayalım? Biraz iktisadi faktörlerin çok etkili olduğunu düşünüyorum.

Bir başka şey; insan davranışları mikrop gibi bulaşıcıdır. Kendisi okutmamak taraftarı olsa bile çevresinde kendi geleneğinden, dünyasından okutan insanları gördükçe buna alıştı insanlar. Yine okuyamayan kadınlar kendi gençlik yıllarını özellikle daha sonra karşılaştıkları güçlüklerin de tesiriyle kayıp yıllar olarak görmeye başladılar. Kendileri için kaderdi bu belki ama kızlerının kaderi olmamalıydı. Yani burada psikolojik bir unsur da var; ben yapamadım ama benim kızım yapsın tarzı psikolojik bir motivasyonun da olduğunu düşünüyorum.

Hatta erkek çocuklarından fazla kız çocuklarının eğitimine önem verdiklerini görüyorum. Çünkü erkek çocuğu dizinin dibindedir, okumazsa da bir şekilde çalışır ya da kendi parandan verir onu desteklersin ama kız çocuğu evlenecek ve müdahale edemeyeceğin başka bir sosyal hayat yaşayacak Dolayısıyla gittiği yerde ve bulunduğu ortamlarda hem bilgi hem tecrübe hem de para olarak güçlü olmasını istiyorsun. İnsanlar bunu kendi hayatlarında tecrübe ede ede geliyorlar, bazen de çok acı tecrüber içinden geliyorlar. Dolayısıyla ezilmesin anlayışının kız çocuklarının daha güçlü yetiştirilme eğilimine doğru evrildiğini düşünüyorum Türkiye’de. Bir başka husus zeki olabilir yani çocuk. Şimdi aşağı yukarı her toplumun IQ’sü yüksek olan insanlar birbirine yakındır. Kavrayışı ve intibakı çok yüksek bir çocuğu da evde makarna pişirmeye, toz almaya mahkum edemezsin. Kent böyle bir yer, istemeden de bu kızlar kabına sığmayacaktır. Dolayısıyla sen mobilize edeceksin, hareketlendireceksin, hayatın içine sokacaksın. Bunu sen yapmazsan o bildiği yoldan yapar.

Bu da eğitimle olur ilk başta, o yoksa diğerleri de olmaz. Burada yine güvenle korku arasında psikolojik tedirginlik var; fakat kapasitesi yüksek bir kızı eğitime entegre etmek en mantıklı tercih, insanlar bunun farkına vardılar. Dersleri iyi, ilişkileri güçlü, sezgileri yerinde, ayrıca hayata tutunmanın getirdiği bir “şarklı cesaretine” sahip. Bu insanı sınırlı bir etkleşim alanı olan eve mahkum edemezsin. Daha global bir başka süreç de var. Dünyanın hiçbir memleketinde sadece erkeklerin katkısıyla bir toplum yükselemez. Toplumun %49’unu âtıl bırakarak ileriye gidemezsin. Böyle düşünüyorsan içinde bulunduğun dünya ekonomik sisteminin ya da “hard kapitalizmin” farkında değilsin.

Fakat artık özellikle iletişim teknolojilerinin de etkisiyle “kapitalin” etrafında dönen dünyanın sert gerçekleriyle karşı karşıya insanlar, hatta çocuklar bile. Play Station-5 almak isteyen 12 yaşındaki çocuk dolar-TL paritesini takip ediyor, fiilen gözlemledim bunu. Paranın önemli olduğunu bu yaşta bilmemeli, acı fakat reddedemeyeceğiz gerçekler bunlar. Dolayısıyla toplumda cinsiyet ayrımı yapmadan her potansiyeli değerlendireceksin. İşte böyle bir zihinle muhafazakar ailelerde genelde çocuklarını ilahiyat ya da genel anlamda din eğitimine yönlendiriyorlar. Güvenmek istedikleri bir alan burası. Okuyacaksa bu alanda okusun anlayışına sahipler. Hem dinini hem dünyasını kurtaracağı bir alan olarak görüyorlar. Dolayısıyla daha fazla ilahiyatı tercih etmesi de böyle bir bağlamda çok şaşırtıcı olmasa gerektir.

 

Soru: Bu durumun muhtemel sonuçları neler olabilir?

Cevap: Bu sosyal bir dengesizlik hali. Eğer bu denge gözetilmezse ilerde bunun pek çok yansıması olacaktır. Bireysel anlamda buna sorun diyebilir miyiz bilmiyorum, nihayetinde insanların kişisel tercihidir, yani okullara gelen kişiye hoca da devlet de gelme diyemez. Ama neticede her atılan sosyal adımın, bilinçli ya da bilinçsiz, mutlaka sosyal sonuçları olur. Din eğitimi açısından baktığımız zaman öncelikle din hizmetleri mantık ve işlev olarak daha çok erkeklerin omzunda olmuştur. Geleneksel olarak böyle olduğu gibi modern zamanlarda da çok rijit bir değişim yaşanmadı bu konuda. En basitinden istihdam alanlarını düşündüğünüzde öğretmen olabilir kız çocuğu, Diyanet’te vaize olabilmesi için belli bir Arapçaya sahip olması lazım, Kur’an Kursu öğreticisi olması için Kur’an okumasının iyi olması lazım. Kuran Kursu kökenli kızlar orada belki biraz şanslılar, ama bizde Diyanet açısından en fazla istihdam alanı imamlıktır. Eğer yeni bir fetva çıkar da kadınların görev alacağı “pembe camiler” şeklinde yeni bir sosyal süreç yaşanırsa; gerçi onu da yapan var yurt dışında, kadınların imametine cevaz veren ve bunu uygulayan bazı grupları biliyoruz. Bu süreç Türkiye’de böyle bir tartışma başlatır mı, o seviyede değiliz biz, başlatmaz. Ama çok çok dengesiz bir üretim olur da hakikaten din eğitimi almış kadınlar 50 000-100 000 şeklinde, bir blok halinde kalırsa gelecekte bizde de böyle tartışmalar olur gibi geliyor bana. Yani daha fazla istihdam alanı yaratabileceğimiz, daha önceden düşünmediğimiz alanlarda kadınların istihdamını tartışabiliriz ki mesela ben geçen Konya’daydım, Konya’da bir seminere katıldım. Müftü yardımcısı eski mezunlarımızdan bir kadındı mesela. Müftülük erkek egemen bir yapı ama bir sürü erkek onun direktiflerine bakıyor; müdürler, vaizler, imamlar, uzmanlar falan. Bu mesela bir çeşit yeniliktir. Biz bunları geçmişte görmüyorduk fazla. Dolayısıyla din hizmetlerinde kadın istihdamı eskiye oranla çok fazla. Merkez teşkilatında da kadın istihdamı artıyor, hoşnut olanlar kadar olmayanlar da var, bu süreç henüz Türk din bürokrasisinde kurumsallaşmadı.

Soru: Sizce Diyanet’te daha feminen bir tutuma sebep olabilir mi bu oran değişimi?

Cevap: Diyanet’teki erkek egemen yapıyı kırabilecek seviyede değil bence bu. Ama bunun başlamış olduğu da yolun açıldığını gösterir. Toplumun yarısı kadın, dolayısıyla bu bir ihtiyaç. Kadın istihdamı kadın çevresinde gelişen yeni olay ve süreçlerle şekillenen yeni ihtiyaçlara paralel kurumsallaşacaktır. Sadece dini bürokrasi değil, aynı zamanda geleneksel din yorumlarının kadın telakkileri de bu kurumsallaşmayı yavaşlatacağını söyleyebiliriz. Fakat yolu bir sefer açılmışsa genelde geriye değil ileri gidilir. Orta ve uzun vadede kadınlar din hizmetlerinde çok daha görünür hale geleceklerdir. Kadınlar için statik bir vaizelik, Kuran Kursu öğreticiliği 1950’li 60’lı senelerindin hizmeti anlayışı, sadece orada kalamazlar artık. Ama yani çalışan kadın profilimiz nedir ona da bir bakmak lazım. Kadın elinin değdiği yerde biraz daha “feminen” görüntüler beklenir; ama onlar da özellikle yönetici seviyesinde olanlar erkek gibi davranmaya başlıyorlar ya da Türk bürokrasisinin genel erkek mantığını yaşatıyorlarsa, bunun işlevsel bir kültürel değişim yaratma kapasitesi düşük olacaktır. Başarısız olduklarında ilgili ilgisiz gerekçelerle yine geri plana itilebilirler. Din hizmetlerinde özgün pratik eğilimlerini yansıtacak kadar güçlü değiller, zira özgür alanları yok; bir anlamda bazı görevlerdeki varlıkları hatta sembolik sanki. Kadını vitrine koyup kadın istihdamını artıramazsınız. İşin mutfağına bakarsan Diyanet’te din hizmetleri hala erkeklerin üzerindedir; yapısal bir değişim için zamana ihtiyaç var. Z neslinin yine de bu süreci hızlandıracağını düşünüyorum, felsefi soyutlukları sevmiyorlar, tarihe takılmıyorlar, büyük laflara karınları tok, daha pratikler ve biçimsel bir saygının ötesinde gerçeklik arayışları kuvvetli. Resmi din hizmetleri hem Din Kültür dersleri, hem de Diyanet açısından bu nesil üzerinden yürüyecek, toplum ve kurumlar buna hazır olmalı.

Muhafazakar yapısına rağmen bu alanlarda daha fazla ilginçlikler göreceğiz. İlahiyat profili giderek kadına kayıyor Ama akademik olarak baktığınızda kadın istihdamı çok fazla. Bu yeni bir süreç. Hani kadın muhaddisler, müfessirler (Hz. Aişe mesela) olmuştur bizde ilk dönemlerde ama Gazneli, Selçuklu, Osmanlı, Altın Orda falan, geleneğimize baktığımız zaman ilmiye sınıfı kadınların yoğun istihdam edildiği bir alan değildi. Bu bize Tanzimat, daha çok da Cumhuriyetin kazandırdığı cinsiyetsiz eğitim sisteminin yeni okullarla kazandırdığı bir şey. Ben bunun en net yansımasını akademide görüyorum. İlahiyat fakültelerinde lisansüstünde bizim mesela şu an öğrencilerimizin tamamı kız. Doktorada da bir erkek var. 6 kişiyiz din sosyolojisinde. Ben asistanken bir kadın hoca vardı, şimdi üçe üç eşitiz. Genel olarak ilahiyatlarda hanım hocalarımızın sayısı ve etkinliği artıyor. Fakat yönetim olarak bu artışa uygun bir gelişme olmadığı da görülüyor. Bu belki de yönetici siyasal erkin politik tercihleriyle de ilgili belki. Hem öğrenci, hem de öğretim üyesi olarak kadınların artışı yönetimde de kendisini hissettirecektir diye düşünüyorum. Şimdiden bu erkek egemen yönetim anlayışının tenkit edildiğini duyuyoruz. Bazı yerlerde asistan oranına baktığımız zaman kadın asistan sayısı daha fazla erkeklerden. Dolayısıyla burada bir değişim görebiliyoruz.

Yarın bu arkadaşlar Prof. olduklarında değişim daha net görülebilecek. Ama tabi akademi sınırlı bir alandır. Ne kadar insan ilahiyatta hoca oluyor din eğitimi alıp da. Çok sınırlı bir alan. Esas mezunlara bakmak lazım. Kendi içinde mantığı olan, bir gösterge olabilecek bir şey okuyanlar ve mezunlardır. Türkiye genelinde öğrencilerimin bana söylediği, şu an 40000 civarında mezun varmış, uzaktan eğitim İLİTAM dahil. Bunların diyelim ki %60-70’i kadın. Bu defa tabii bir istihdam sorunu ortaya çıkacaktır mutlak surette. Toplam 114 ilahiyat ve İslami ilimler fakültesi var ve sürekli mezun veriyor. Erkek polis olur, zabıta olur, memur olur, ticaret yapar. Bu bir politika yani biz yetiştirelim yeter, devlet ekmek kapısı değil. Hepsini atamak gibi bir derdi yok belki idarenin, ailesine ve çevresine faydalı olsun diye düşünüyor, hatta İslamcı siyasetin İslamlaşma yolu olarak da yorumlanabilir. Ama buraya çocuğunu gönderen tabi PTT’de memur olması ya da polis olması için göndermiyor.

O kadar çileye ne gerek var, Arapça, metin, usul öğren, felsefeyle boğuş, tarih sosyoloji almaya çalış, gidip lise mezunu birinin yapacağı evrak doldurma işini yap, hiçbir entelektüel beceri gerektirmeyen bir iş yap. Ayrıca polisliğin ve her bir memurluğun geleneksel bir kültürü var, o alanların eğitimini alarak gelmek lazım, daha da önemlisi o meslekleri severek yapmak lazım. Burada ciddi bir dengesizlik olduğu açık. Bilinmesi gereken husus şu: çocuğunuz buraya gelecek ama istihdam garantisi yok, bunu göze alacaksın. Aileler bu bilinçle göndermiyor çocuklarını buraya.

O yüzden tek taraflı cinsiyet artışının böyle bir sonucu olabilir Türkiye’de, aileler din hizmetlerinde çalışacaklarını düşünüyorlar. Realitede ise erkekler bir şekilde istihdam edilirken, bu yatay genişleme karşısında herhalde daha mağdur olacak kitle kadınlar olacak. Erkekler alım fazla olduğu için İmam Hatipliği tercih ediyor, ilkin pek iltifat etmiyorlar ama işsiz kalınca tercih ediyorlar. Kızların böyle bir şansı yok. Bu katlanarak giderse ciddi bir istihdam problemi oluşacaktır, açık. Bu aynı zamanda küresel bir süreç. Dünyada ilahiyat dışında birçok meslekte yaşanan bir şey bu. İstihdam rejimi değişti dünyada. Alınan eğitim, mesleki ve şahsi vasıfların “hiçleşmesi” diyebileceğimiz bir süreç yaşanıyor dünyada. Bu sosyolojide “prekerleşme” kavramıyla ifade ediliyor. Aldığın diplomanın, mesleki niteliklerin önemsizleştiği bir dünyaya doğru gidiyoruz ve o zaman her şey her şeye karışıyor.

Eğitim sermayesi tek başına yetmiyor, aile ve ekonomik sermaye ile birlikte ilerleyen bir sosyal hareketlilik önem kazanıyor. Hep vardı belki, fakat sanayi sonrası bilgi toplumlarında bu durum daha baskın bir süreç haline geldi. Gençler artık çok daha etkili yaşam stratejileri geliştirmek zorunda, riskli alanlarda güçlü olmanın yollarını bulmalılar. Rekabet artık kaçınılmaz olarak var ve öğrencilerimiz buna ne kadar hazırlar? Hem aile hem de öğrenci devleti ekmek kapısı olarak görüyor, kapitalizme eklemlenmiş bir devlet karşısında paradoksal bir tavır bu, önce bunu anlamaları lazım. Sanki ilahiyatlarda da biz bu tarz bir şey yaşıyoruz. Yani niteliklerin hiçleştiği bir süreç yaşıyoruz. Meslek sahibi olup nafakalarını temin edemediklerinde, erkek ya da kadın, ne yaparlar? Bir kere bu kişisel anlamda depresif bir yere doğru gidebilir, içe sarabilir. Yani o mesleki yeterliliğin hiçleşmesi bir psikolojik içe sarma getirebilir bireyler açısından. Bu riskli ve tehlikeli bir şey bence. Kocaman “bireyler” yatırım yapılmış ve yetiştirilmiş, ama işsizler. Belli bir grup bundan rahatsız olmaz şartları iyidir ama çoğu grubun bunu içsel mesele haline getirdiğini biliyoruz. Resmi rakamlara baktığımızda %27.5 bugün Türkiye’deki genç işsizlik oranı.

Bir başka riskli alan şudur: Türkiye eğer cinsiyet açısından da bu süreçte ilahiyata bir yön vermezse insanlar tarikatlar, cemaatler içinde kendilerini ifade etme yoluna gidebilirler. Ben kendi öğrencilerimden biliyorum, x, y vakfında yurt müdürlüğü diyor. Yani cemaat, vakıf önemli değil ama sivil bir dini, siyasi, ideolojik yapı içinde kendine yer bulabiliyor. Bu Türkiye’nin cemaatleşmesini tetikler. Birileri bunu iyi bir durum olarak görebilir ama bu çoğu insan için riskli bir durumdur. Nihayetinde devlet bir imkan veriyor, dinsel mana verelim, onlar da bu mana etrafında insanları birleştirsin. Fakat istihdam problemleri bu zincirin kopmasını sağlar. Biz burada yetiştirdiğimiz öğrenciyi kendi alt hakikat silsilelerine hizmet eden insanlar olarak istihdam ettiğimizde bu bir sosyal çatışma riski barındırır bana göre. Ev sohbetleri ile başlayan, adamın dili ne kadar tatlı, çocuğuma çok iyi geldi filan diye başlayan; bir tarihi ve geleneği olmayan sentetik dini gruplaşmalar parçalayıcı etkiye sahiptir. Gruplaşmalar pazar mantığı içinde işleyen bir sektör haline gelmemeli. O ev sohbeti iki üç zenginin de katılmasıyla birlikte çok rahat dini bir grup kimliği haline geliyor Türkiye’de.

Dolayısıyla dinsel bir bütünleşmeye hitap etsin dediğin yapı dini parçalanmaya da hitap edebilir; zira sivil dini alanı kontrol etmeniz mümkün değil yani evde ne anlatıyor ne öğretiyor neyi idealize ediyor kimi kahramanlaştırıyor kimi şeytanlaştırıyor? Bunun bir de ekonomi politik yönü var, sen işsiz olduğun için bunu yapıyorsun. Atansan gitsen kravatlı traşlı normal bir adam olacaksın, ama hayat seni çok farklı bir boyutta yaşamaya itiyor. Dolayısıyla ekonomi ile dini birlikte düşünmek gerekir. Her alandan gelen insanlar için geçerli bir durum olarak, doğru istihdam alanları oluşturamadığınız her genç patlamaya hazır bir bomba gibi toplumsal riskler barındırır. İstihdam alanları diğer alanlara göre nispeten kısıtlı olan ilahiyatçılar için böyle bir süreç tırmanırsa bir din sosyoloğu olarak bunun riskli bir durum olacağını söylemem gerekir.

Topluma ve siyasal sisteme entegre edilmemiş insan potansiyel olarak riskli insandır. Bu kadar yatırım yaptığın öğrenciye din hizmetleri içinde istihdam olanağı vermezsen bu kişi ne yapar; dün mezun olup da aradan iki üç sene geçmesine rağmen yapacağı düzenli bir işi olmayan insanlar ancak bunun cevabını verebilir. Alacağın karşılıklar tabi ki iç açıcı olmayacaktır. Güvensizlik, umutsuzluk, pişmanlık belki de kızgınlık. Daha ileri boyutlarda depresyon. Erkek için de kız için de benzer olumsuz sonuçlar bunlar. Fakat kızlar daha dezavantajlı. Erkeklerin seçenek şansları daha çok. yok. olmaması. olur bunun. Kızlar lehine genişleyen bir din eğitimi varsa aynı de duygular onlar için de geçerlidir. Türkiye’yi “dini gruplar cenneti” görmek isteyenler en azından mezun kızların dindar çocuklar yetiştireceğini, sivil dini alanlarda varlık göstereceklerini falan söylüyorlar.

Üniversal ilahiyat eğitiminden gelen kız öğrencilerin böyle bir ideali olduğunu zannetmiyorum; ayrıca dini grupların beklediği “itaatı” göstermeyecek kadar da çok şey biliyorlar. Din ve dünya ile ilgili teorik alt yapıları buna müsait değil. Temel islam bilimleri nispeten daha ağırlıklı olsa da, İlahiyatçılar dini, tarihi ve beşeri ilimlerin mecz edildiği yoğun bir formasyondan geliyorlar. Bu formasyonun kazandırdığı anahtar statülerine uygun roller oynamadıkları sürece tatmin olmayacaklardır. bundan memnun olmayacaktır. Ayrıca çok büyük oranda sınırlarını bilen centilmen tipler bunlar; nerede durmaları gerektiğini bilirler. Dolayısıyla “amatör gruplaşmaların” sosyal profili olmayacaklardır. Tabii bu değerlendirmeler yüz yüze eğitim gören ilahiyatları kapsar, diğerlerinin hikayesini ben de bilmiyorum.

 

Soru: O zaman siz bu cinsiyet oranlarındaki dengesizliğin istihdam sıkıntısından dolayı sosyal çatışmaya yol açabilme riski olduğunu düşünüyorsunuz.

Cevap: Yani risk var diyorum. İstihdam edemediğin yüz bin din eğitimcisi var diyelim, ne yapacaklar bunlar sonut olarak tartışmak lazım. Uzun vadede bir şekilde sisteme entegre olacaklar. Muhafazakar orta tabakaların en bariz özelliği uyumdur, fakat kolay olmayacak. Tatmin edemediğiniz insan fiziksel olarak yer kaplar, duygusal olarak hoşnutsuzdur. Başta maddi tatminsizlik olmak üzere tatminsizlik başka negatif duygular yaratır. Kendisine de ailesine de toplumuna da kendi tatminsizliğini yansıtacaktır. Doğru olan uygun istihdam alanları oluşturmaktır. Devlet dediğin yapı kusursuz olmasa bile bir plan ve düzen sistemidir. İdealden bahsediyorum. Sizin Türkiye’de ne kadar kadın din eğitimcisine, din öğretmenine ihtiyacınız var? Modern devlet bir envanter, bir istatistik devletidir. Göçebe toplumların bile bir sistematiği var. Adam o çadırı nerede ne zaman kuracak, hangi mevsimde nereye gelecek ne kadar duracak… Buna dikkat etmediği zaman hayatı altüst olur. Dolayısıyla yüksek din eğitiminin yatay genişlemesi bir plan ve düzen dahilinde olmalı, aksi takdirde yönetilmesi zor yeni bir problem alanı haline gelir.

 

Soru: Yani devletin cinsiyet kontenjanı koyması gerektiğini düşünüyorsunuz?

Cevap: Geleceği de kapsayacak bir düzenleme ve planlama dahilinde gerekirse onu da düşünebilir. Geçmişte vardı. Bin kız bile istihdam edemeyecekken tutup da her sene beşbin kız öğrenci mezun veriyorsan mezun kızlar doğal olarak gerilecektir. Biz bunu üçüncü sınıftan itibaren hissedebiliyoruz. Önemli olan bizim ailelerimiz böyle bir şeye hazırlıklı değil. Çocuğunun sadece ahlaklı değil ve iş sahibi de olmasını istiyor. Yani sadece ahlak, sadece diploma değil. Öğrencilere soruyorum; “Biz size diploma vermesek, herhangi bir yere atanamasanız, kaç taneniz şu an burada olursunuz?” Belki 100 kişilik sınıfta 10 tane idealist, tuzu kuru buna evet diyebiliyor… Zaten iş de öyle yürüyor. Birbirimizi kandırmayalım. Din konusunda bugünün dünyasında o kadar kaynak var, dil de öğrenebilir. Bireysel mentörlük de revaçta. Aslında bizim burada caydırıcılığımız, formel işlevimiz, biz bu insanları istihdam ettiğimiz için buradalar.

Soru: Öğrencilerin bölüm tercih sebebinin daha çok diploma olduğunu söylüyorsunuz.

Cevap: Ben soruyorum öğrencilere “İlahiyata niye geldin?”, “Atanma şansım daha yüksek olduğu için geldim” diyen öğrencim var. Yani işin dini tarafında olan var olmayan var, okulların asli misyonu din ve dindarlığı keşfetmek olsa da. “Ben sınıf öğretmenliğine de gidebilirdim ama her sene bakıyorum alımlara” yani Türkiye’de İslamcı bir partinin iktidarda olmasını avantaj olarak görenler var. İTÜ yabancı dillerde hazırlık okuyan birinin sözü “Hocam geleceğimizi düşünseydik ilahiyata giderdik.” Toplumda ilahiat konusunda böyle bir algı da gelişmiş bu da ilginç. Öyle bir hava esiyor ki din eğitiminden gelen açıkta kalmaz.

 

Soru: Peki, akademik camiaya dönecek olursak; lisansüstündeki kız öğrenci oranındaki artış akademik kadroyu ve kaliteyi nasıl etkiliyor?

Cevap: O değişir, genelleme yapamayız. Ama kızlar daha disiplinli ve çalışkan, ilk yıllarda puanları yüksek, n’apcaksın yani. Mecburen alıyorsun. Türk toplumunda ailenin yükü kadının üzerinde, okusa da okumasa da pek değişmiyor. Bu durum kadının akademik ilerlemesini yer yer engelliyor. İdealizmle girip gerçekleri görünce çıkanlar çok. Sadece ilgi ve merak yetmiyor; akademide ilerlemek sırtınızda taşımanız gereken ağır bir yükle koşmanızı gerektiriyor. Evlilik erteleniyor ya da evlense bile çocuğu erteliyor, çocuğu olsa ona bu sefer gereği gibi vakit ayıramıyor. Sadece ev ve evlilik hayatı çerçevesinde bile taşıması giderek ağırlaşan yükü var hanım akademisyenlerin. Evlenip akademiden uzaklaşanlar olduğu gibi evlenmeyenler de var. Verim açısından tezlerin kalitesi ortadadır. O konuda ben kadın erkek ayrımı yapamam. Kaliteli akademik ürün vardır, erkeği kadını yoktur. Ama kadınlarla çalışmak bazen zor olabiliyor; bunu da ifade etmek lazım. Çünkü erkek olsa pat pat söylersin, kadın olunca çabuk inciniyor, daha dikkatli bir dil ve tavır gerekli. Daha duygusal, aceleci olabiliyorlar. Yani onları ikna etmek zorunda kalıyorsun bazı şeylere, böyle gerginlikler, duygusallıklar hatta kopmalar olabiliyor belli bir noktadan sonra.

Kişisel gözlemlerime göre kızlar kadın hocaları değil erkek hocaları tercih ediyorlar. Böyle bir algı var öğrencilerde, erkek hocayla daha net, rahat iletişim kuracağını düşünüyorlar sanki. Kalite açısından da kapris açısından da bir genelleme yapamam. Akademi hassas, duygusal bir yerdir. İnsanlar çabuk kırılırlar. Kitapla kalemle uğraşan insanlar ince ruhlu ve alıngan oluyorlar.

Sembolik düşünürler, küçük şeylerden anlam çıkarırlar. Bu iki cins için de geçerli ama kadınlar biraz daha hassas ruhlu oldukları için akademi bazen onlara ağır gelebiliyor sanki. Kadın da onurlu, o yükü taşımak istiyor, bir taraftan aile hayatı bir taraftan okuldaki işler ve ilişkiler. İki yükü birden kaldırıyorlar. Erkek için bu bir iş zaten, inşatta çalışan adam nasıl katlanıyorsa o da katlanıyor. Ama kadın için bu ekstra bir tercih. Kimse ona gel de profesör ol, kitap yaz demiyor. Son yıllarda da çok lisansüstü kız öğrencimiz var, alıyoruz akın akın geliyorlar...

Ben genelde çok tozpembe bir çerçeve çizmem öğrencilere. Hele hele doktoraya gelenlere ben diyorum; girdiğiniz şeyin farkında mısınız, çok zor günler bekliyor sizi. İnsanlar kendilerine hep güzel şeyler söylensin istiyor. ama akademide bu olmamalı. Okumak, düşünmek, yoğunlaşmak, yazmak, iyi yayınlar yapmak ağır işleyen çileli süreçler. Özgün bir eser ortaya koymak.

Hem hayatı dolu dolu yaşayım, hem de iyi çok iyi tezler yazayım; ikisi bir arada olmuyor maalesef. Mücadele etmeniz gereken bir sürü gereksiz uyaran var. Zaman ve mekan sıkışması yaşayan kentli birey için akademi iyi zaman yönetimi ve dingin bir hayat gerektiriyor. Pek çok şeyden fedakarlık yaparak ilerliyor akademik süreçler, sonrasında istediğini istediği yerde elde edememe riski ve gerginliği de var. Dolayısıyla toplum olarak akademisyen hanımları tam olarak anladığımızı zannetmiyorum. Bu dayanıklılık ve fedakarlığı alkışlamak lazım, yapan yapıyor, gerçekten büyük iş. Bir de son zamanlarda atanamadığı için akademisyenliği tercih edenler artıyor. Bu da ayrıca değerlendirilmeli. Kitlesel olarak yüklenilen bir merkez olması akademinin mantığına ters. İlim aşktır, ateştir, fedakarlıktır; gündelik zorunlulukların biçimlendirdiği bir süreç değildir. Fakat böyle bir süreç yaşıyoruz. Eğitim süreçleri yüksek lisans olarak uzadı, master genelleştikçe, doktora süreçlerini de etkiliyor.

 

Soru: Lisansta bunu nasıl görüyor musunuz?

Cevap: Yok lisansta öğrenciler daha farklı. Çok daha hafif ilerliyor eğitim süreçleri. Hep okuyan bir kitle olsa da, kitap okunmuyor, not okuyarak geçme şeklinde bir düzen oluştu. Kız öğrenciler daha disiplinliler, daha yüksek not alıyorlar, takip ediyorlar. Bigane değiller. Çevrelerini algılamada daha başarılılar. Bir şeyler öğrenmek istiyorlar. Daha ilgili ve bağlılar. Her zaman göstermeseler de ben kızların erkeklerden daha fazla istifa ettiklerini düşünüyorum, en azında güçlü bir his bu. 

 

Soru: Kültür sanat faaliyetleri, seminerler gibi zorunlu olmayan ve kişisel bir gelişim vadeden yerlerde de kadınları daha fazla görüyoruz. Bunun sebebi ne olabilir sizce?

Cevap: Çünkü kadınlar daha uyanık, derinden giden bir uyanıklık. Dünyanın bir performans toplumu olduğunu, performansın pek çok konuda belirleyici olduğunu fark ediyorlar. Çağımız bir performans çağıdır, dolayısıyla ekstralar gerektirir. Bir dil, ikinci bir dil; bir konu ikinci bir konu; bir kitap ikinci bir kitap, ikinci hoca… Çevresinde olan her şeyi tüketmeye çalışıp çevresini bitirince başka kulvarlara yöneliyor.

Kadında bu heyecan verici ve kişisel rutinini kıran bir şey. Bu katılım biraz istihdam korkusuyla ilgili, biraz performansla ilgili, üçüncüsü n’apıcak evde oturup, dördüncüsü daha iyi alternatifi olsa terk eder o seminerleri eminim. Ama o şu an en iyi alternatif gözüküyor, ayrıca bedava. Gizli ve beklenilmeyen fonksiyonlar vardır işlevselcilikte; yani siz oraya bir konuda bilgi almaya gidersiniz ama aynı zamanda orada sosyalleşirsiniz, çevre edinirsiniz, iş bulursunuz, hatta evlenirsiniz.

Kültür sanat ve sivil toplum faaliyetleri hiç bir zaman sadece kültür sanat ve sivil toplum işi değildir, yan ve gizli işlevleri vardır. Yani bilginin değer olduğunun insanlar farkında ama aynı zamanda bilginin yeri geldiğinde hiçbir anlam ifade etmediğinin de farkında. Dolayısıyla bir arayış var ortada. Bu arayışın bir yansıması olarak görüyorum. Buna performasn çılgınlığı da diyebilirsiniz. Bir de ağ toplumu diyoruz artık; insanlar bir yapının, bir derneğin parçası olmak istiyorlar zaman zaman. Nepotizmin tırmanışı farklı referans çerçeveleri aramayı da tırmandırmaktadır.

Rüzgar bugün böyle esiyor, oranda doğru hayatını kurguluyor insanlar; işlevsellik kaynak değerle de ölçülüyor. Dolayısıyla sadece bir performans çılgınlığı değil, bir referans çılgınlığı da kendisini hissettiriyor. Rüzgar tersine döndüğünde teker teker insanlar CV’lerinden o atölyeleri çıkaracaklar. Yani burada pragmatik, fazlaca konjonktürel bir durum olduğu söylenebilir. Liyakat ve hukuk bilincindeki yarılmalar ve güvensizlikle de ilgili yönleri var. Türkiye’de kadın meselesi 150 yıldır tartışılan bir şey, biz biraz da İslamcılık açısından baktığımızda İslamcı kadının daha aktif olmasını istiyoruz. Buna da maddi anlamda yatırım yapıyoruz. Pek çok dernek kadınların egemen olduğu bir yapı. Bu bence biraz da bilinçli bir tercih. İslamcı kadınlar derneklerle yeniden diriliyor, artık her türlü sosyal meselenin bir tarafı da onlar. Bu aynı zamanda onların geleneksel sembolizmleriyle siyaset ve sosyalite olarak kente uyumlarının bir göstergesi.

Tarihsel gerçeklik olarak her ne kadar geleneksel olanın tezahürü olsalar da, bir “hiper gerçeklik” olarak bilgi toplumunun seküler enstrümanları, sınıfsal aidiyetlerin örtük etiği, kutsanmış görüntüler altında moderni haykıran yapılarıyla varlar. Gerçekten özgür ve yeterince sivil mi bu oluşumlar; ne kadar sahici süreçler olduğu arkalarındaki finansman desteği çekildiğinde ortaya çıkacak. Eğer hala idealize ettikleri faaliyetlerle can bulmaya devam ederlerse o zaman gerçekten sivil ve özgür olduklarını anlarız.

 

Soru: Peki 2000ler öncesi bastırılmanın etkisi olabilir mi?

Cevap: Olabilir, önce çeperlere savrulma, savrulmadan da ziyade fırlatılma sonra bu bastırılmanın da tesiriyle merkeze “hücum” etme diyebiliriz. Baskı-tepki-baskı kısır döngüsü, kazan-kaybet şeklindeki zikzakların şekillendirdiği intikamlaşma kültürü. Bu öncelikle ciddiyet, adalet ve ahlakla aşılabilir ayrı bir konu. Ama artık 28 Şubat travmasının atlatılmış olması lazım; şu an çok daha başka bir yerdeyiz, başka bir dünyadayız gibi geliyor bana. Bu (dernekleşme) biraz da genel anlamda muhafazakarların, özel anlamda İslamcıların bir sınıfsal hareketlilik yaşamalarıyla ilgili. Kimse şunu reddedemez; ortada bir rant var ve bu paylaşılıyor. O rant olmasa ne dernek olur, ne atölye olur. Kadın ve kültürel faaliyet meselesi sadece kadın ve sivil toplum meselesi değil.

Orada da bir ekonomi dönüyor. Sen bana maaşım kadar para veriyorsun ya da psikososyal etkileri olan pozitif bir ortam sunuyorsun -yanlış anlaşılmasın ben hiçbir derneğe bağlı değilim, ücretli ya da ücretsiz seminerlere de vaktim olmadığından pek gidemiyorum- yani burada en azından bir ödül sistemi olduğu açıktır, maddiyatla da ilgili manevi tatmin alanları buralar. Bunda şaşıracak bir şey de yok, tabii olarak böyle.

Dolayısıyla Müslümanların para kazandıkça kadını da merkeze çektiği söylenebilir. Çünkü para kazanıldığında o para aynı zamanda kadının parası, insanların atladıkları bir detay burası; o da bir şeyler yapmak istiyor, sen plazalar, şehirler, hatta ülkeler arası oluşturulmuş “lüks ve steril” seyahat zincirlerinde maddi ve manevi tatmin bulurken, kadını iştigal edegeldiği geleneksel mesleklere, hele de eve hapsedemezsiniz. Dolayısıyla kültürlenme ve fikri aktarımların ötesinde rehabilite edici yönleri var bunların. 

You might also like!

Leave a Comment